19 Şubat 2012 Pazar

ERLANGEN’DA BİR URFALI HALO

“Hayat ne garip” derken Cem Karaca, adeta yüreğinin ortasındaki bir çeşmeden dökmektedir kelimeleri. Kulağımda Cem Karaca’nın nefis sesi yankılanırken kendimi bir tren yolculuğunda buluyorum. Almanya’da bir kış günü, günlerden Çarşamba... Hızlı trenle Hamburg’dan Nürnberg’e gitmekteyim. Bilmeyene ithafımdır; Hamburg Almanya’nın kuzeyindeki en büyük şehri iken Nürnberg güneyindeki en büyük şehirlerinden biridir. Biraz müzik dinledikten sonra âlemin orta yerinde kurulduğum tren koltuğunda termosumdan aldığım sıcak çayı yudumlarken, bir mahalle delikanlısı olan Halil ile hayatın felek çemberinde hayalinde olmayan bir yaşamın parçası olan Sabiha’nın aşk öyküsünü izlemekteyken, nerden bilebilirdim ki ertesi gün büyük bir aşk itirafçısının içten konuşmalarına şahit olacağımı?

Çarşamba akşamı Nürnberg’ten Erlangen’a geçtim. Gezdiğim şehirler, geçtiğim yerler değildi sadece benim için. O yüzden olsa gerek bulunduğum yerlerde hep insanları gözlemler ve dinlerim; bazen beyin kütüphanemin raflarına güzel bir metin bırakmak, bazen de o metni yazıya dökmek için. Perşembe sabah erkenden kalkıp biraz tembel davranışlar sergileyerek saat ona doğru Erlangen Üniversitesi’ndeki bir büroda buldum kendimi. Selamlaşmalar, hal hatır sormalar ve bilimsel gerçeklik... Yeni bir sevda dilimizde, vatana millete hayırlı uğurlu olsun diye yola düştüğümüz... Kelime kelime, cümle cümle ve paragraf paragraf gözden geçirmeler, bilgi alışverişleri, eklemeler, çıkarmalar... Peşi sıra projenin tekerinin dönmesi, çalışanlarının finansal sorunlar yerine bilimsel kaygılarla hem dem olması için paranın sıcaklığına duyulan özlem mi desem gereklilik mi bilemiyorum ama buram buram finansal hesaplamalar... Sayısal uçuşlar, yerel konuşlar derken “gerekirse kendi cebimize de dokunuruz!” cümlesiyle yüzlere dağılan tebessümler... “Allah utandırmasın!” diyerek zaman planlamasıyla perdeyi kapatırken ateşe atılan İbrahim’e bir damla su taşıyan karınca yokluyor zihnimi. Doğdukları ülkenin geleceğine kendilerince bir tuğla koymak isteyen iki insanın varlığı kuşatıyor, başka bir ülkedeki dört duvar arasını. Hafiften bir serinleme arzusu ve sonrasında bedenimizin enerji motoruna biraz malzeme girdisi hayaliyle büroyu terk edişimiz...

Serinlemeden sonra Döner King’e haddini bildirmeye gidiyoruz, aslında böreğin King olduğunu hatırlatmak için. Ah benim bu börek sevdam... Hayatımın yaşanmış bölümü içerisinde İstanbul’daki Aslı Börek’in Aslı’sına henüz kavuşturmadı beni; lakin bugün başka bir yere gitme teklifine uzak durmama neden oldu. İyi ki börek sevdamın peşinden koşmuşum yoksa nerden dinleyecektim yüreğinin orta yerinden konuşan Urfalı Halo’yu?

Bizden nerdeyse bir on beş dakika sonra dükkâna yaşlı bir amca girdi. Dükkân sahibine ve bize selam verdikten sonra iki tane döner almaya geldiğini söyledi. Dönercinin “yine mi ablamla gezmelerdesin?” sorusuna gözlüğünün altından ışıldayan gözlerine yüzündeki samimi tebessümünü de ekleyerek “Evet” cevabını verdi ve bizimle de göz teması kurarak konuşmaya başladı: “Eşimin adı Bedriye, yeğenler... Lakin ben ona bir gün bile ismiyle seslenmedim ve ona hep ‘Gülizar’ dedim.” Ben kendi içimde “bir insan eşine neden farklı bir isimle seslenir” sorgulamasını yapmaya niyetlenirken amca konuşmaya devam etti: “Ben Urfalıyam yeğenler... ‘Gül’ün anlamını hepimiz biliriz, ‘izar’ ise bizim yörelerde yanak anlamına gelir. Bu yüzden ona hep ‘gül yanaklım’ dedim. Hayatımda anneme babama gösterdiğim hürmeti beni tanıyan herkes bilir ve belki de bu dünyada çok insan annesine babasına benim kadar hürmet göstermemiştir. Anneme babama bile demişimdir ki; eşime ve size duyduğum sevgiyi karşılaştıramam lakin Gülizar’ıma duyduğum sevgi daha ağır basıyor gibi. Tabii ben bunu bir gün bile eşime demedim, ola ki bu konuda anneme babama karşı elinde olmadan bilmeyerek bir hata yapsın. Fakat bir kadın erkeğinin kendisine duyduğu sevgiyi anlar.(1) Ve ben Almanya’ya geldiğim zaman o üç buçuk yıl Türkiye’de kaldı. Anlayacağınız ben burada rezil, o orada rezil oldu kader payımıza düşen yalnızlığı ve gurbeti yaşarken. Sonunda bu böyle olmayacak diye kendi kendime karar verdim. Bir gün işyerindeki Alman şefin yanına gittim, durumu anlattım ve çözüm olarak ya eşimin Almanya’ya gelmesi gerektiğini ya da benim Türkiye’ye dönmek zorunda olduğumu söyledim. Sağ olsun adamcağız sultanımın Almanya’ya gelmesi için işyerinin vermesi gereken evrakları hazırlattı ve bizim gönül gurbeti sona erdi Gülizar’ımla...”

Kısa bir süre daldı bizim Urfalı Halo. Sonra günümüzün evliliklerine göndermeler yapmak üzere açtı o tatlı ağzını: “Yeğenler, bizim evliliğin üzerinden acı tatlı, iyi kötü kırk iki yıl geçip gitti. Ben şimdiki gençlere bakıyorum, evcilik oyunu oynar gibi bir yıl bile sürdürmeden evlenip boşanıyorlar. Böyle aile olunmaz ki! Yuva dediğin sabırla örülür, aile dediğin çileyle yeşerir. Önemli olan iki kalbin birbirlerine duyduğu sevgiyi hep taze tutmalarıdır. Bir erkek eşini seviyor ve kıymetini biliyorsa, kadını onu rezil etmez, onu yüzüstü bırakmaz, onu evde baş tacı gönlünde padişah eyler. Böylece bir günle kalmaz, iki ömür boyunca her gün sevgililer günü olur, yeğenler! Yalan mı?”

Dükkânda bulunan herkes başlarıyla onay verdi Halo’ya. Daha sonra içimizden biri “Kaç çocuğun var?” diye sordu Urfalıya. İlk başta ağzından “iki” kelimesi çıktı, fakat dönercinin “kızları niye saymıyorsun?” çıkışının arkasından bir düzeltme yaptı: “İki kızım, iki oğlum var.”(2) Bu kez Halo’yu zor durumdan kurtarmak için espriyi biz patlattık: “Demek ki kızları saydın, oğlanları saymadın.” “Hepsi evlat, hepsi can yeğenler... Kimi kimden ayırt edeceğim ki...” dedi Urfalı Halo. Konuşmanın satır aralarında öğrendiğimize göre Urfalı, Almanya’nın farklı şehirlerinde yaşamış ve en son çocuklarının eğitimi için Erlangen’a yerleşmiş. Çocukları üniversite eğitimini başarıyla bitirip alanlarında güzel işler bulmuşlar. Emekli olan Halo, gönlünün her daim kanat çırpan beyaz güvercini Gülizar’ıyla Erlangen-Urfa arasında üçer beşer aylık sürelerle mekik dokuyarak yaşamına devam ediyormuş. Sanırım emeklilik yıllarının tadını doğduğu, büyüdüğü yerlerde çıkarmak ve gurbetin yüreğinde açtığı derin yaraları memleket havasıyla kapatmak için...

Hayatı tecrübelerle örülmüş ve yaşamını kendince anlamlı hale getirmiş Urfalı Halo’nun samimi ve içten sohbeti, börek keyfi esnasında ve sonrasında yudumladığımız çaylar gibi içimizi ısıttı. Vakit darlığımız olmasa Halo’yu daha çok konuştururduk galiba; ama gitmemiz gerektiği için hem Halo’dan hem dükkân sahibinden müsaade istedik. İkisi birden “Yaptığınız işlerde Allah kolaylık versin ve yardımcınız olsun!” temennisiyle bize müsaade verdiler. Güzel sohbeti için Urfalı Halo’ya ve ikram ettiği güzel peynirli ve sebzeli börekler için dönerci ustaya teşekkürler. Var olasınız Anadolu’nun buram buram toprak kokusunu üzerlerinde taşıyan bey-zâdelerim, var olasınız!

Enis Buğra Can
Erlangen-Nürnberg-Fulda
16-19.02.2012

(1) Tam bu noktada Kazancakis’in “Günaha Son Çağrı” kitabından bir kesit aklıma geliyor: “Gökteki kırlangıç, yerdeki geyikten daha tez koşar. Kırlangıçtan daha tez de insanın zihni uçar. İnsanın zihnindense daha hızlı kadın yüreği vardır.”

(2) Genellikle Türkiye’nin doğu, güneydoğu ve Karadeniz’in bir bölümünde yaşayan bazı insanlar, kaç çocuğa sahip olduğu sorulduğunda sadece erkek çocuklarının sayısını söylerler.

Yazıyı yazarken denk geldiği için Kayahan’dan 365 Gün...


11 Şubat 2012 Cumartesi

BİR AŞK BETİMLEMESİ: YUSUF ve ZÜLEYHA

Bir aydınlık bir karanlık derken güneşten de aydan da nasibini alan günler yıllara evrilirken zaman akıp geçmişti çoktan. Ken’an ilinde doğan Yusuf (as) bir gece rüyasında on bir yıldızı, güneşi ve ayı kendine secde halinde görürken atılacağı kuyudan habersizdi. Kardeşlerinin kıskançlığından dolayı binbir tane kuyu varken yeryüzünde bir kuyunun kaderine yazıldı Yusuf. Misk-i amber yayıladursun o kuyudan bir çocuğun bedeni biraz mahzun, tedirgin, endişeli ve çekimser görünürken... Gökyüzü karanlık bir sevdaya tutulsa da kuyunun ruhunda daim olan bir huzur ve serinlik vardı.

Kalbi hüzünlü lakin Rabb’ine karşı itimatı tam olan bir babanın yaşlı gözlerinden uzaktayken Yusuf... Yıldızların altındaki o kuyudan bütün gece yayıldı dünyanın en güzel kokusu... Ta ki gün ağarıp yoldan geçen bir kafileye denk gelene kadar. Kaderine düşen rolü oynayan kuyunun bütün coğrafyasını bir hüzün kaplarken Mısır’da fazladan satacağı bir kölenin hayaliyle etrafına tebessümler dağıtan bir reis... Bilseydi eğer elindeki elmasın değerini... Değil köle pazarında düşük bir ücretle ülkenin maliyesinden sorumlu Aziz’e satmak, ömrü boyunca karşısında el pençe divan dururdu kafilesinden ayrılarak.



Pazarlık esnasında ne kafile reisi bildi elindeki elmasın değerini ne alan Aziz! Ucuz yollu yeni bir köle edinmenin sevinciyle pazar yerinden uzaklaşırken insan alıcısı, geride avucuna sayılan sarı altınlara vurulan bir insan satıcısı kaldı. Vardığında hanesine Aziz, ilk karşılaştığı hizmetçisine emreyledi: “Git, çağır hele gönlümü fetheden Züleyha’yı!” Bir koşuşturmaca eşliğinde açıldı ve kapandı kapılar. Kan ter içinde kalan hizmetçi tekrar Aziz’in ve Yusuf’un bulunduğu salonun kapısını sonuna kadar açtığında içeriye Züleyha girdi. Kıyamete kadar dillerde destanlaşacak bir sevda hikâyesinin kahramanları, ilk kez bir ortamda karşılaşmıştı. Lakin Yusuf henüz körpe bir çocuk bedeni taşırken, Züleyha bulunduğu evin efendisinin gönül tahtında oturmaktaydı. Hem köle olduğunun bilinciyle hem kutsal bir iklimde korunmasıyla yüzünde güller açan Yusuf, edeple gözlerini yerden hiç kaldırmadı.

Ken’an ilinden Mısır’a uzanan bir gurbet ikliminde soluk alıp veren Yusuf, güneş ve ayın nöbet tuttuğu bir dünyada zamanla olgunluk çağına erdi. Ve günlerden bir gün... Kaç bir zamandır efendisinin hanımının içini eriten, yüreğini saran ve güzelliğiyle onun kalbine kurt düşüren köle, Züleyha’nın odasındayken... Nefs; kurbanına ulaşmaya ve onu elde etmeye meyillenirken, toplumun gelenek ve göreneklerine yönelik bir başkaldırıya ramak kala kapattı kapıyı Züleyha... Ve aşk duygusunun sardığı yüreğine köle olan kadın seslendi kölesine: “Sana karşı muradım var, ey Ken’an ilinden gelen köle... Haydi gelsene!” Bütün edebiyle “Allah korusun!” diyen Yusuf, efendisine ihanet etmeyeceğini belirtti. Fakat nefsine köle duran Züleyha’nın da efendisine ihanet etmeye hiç mi hiç niyeti yoktu. Odayı terk etmek isteyen Yusuf’un peşinden aniden koşarak onu alıkoymak istedi. Yakup’un ciğerparesi kapıya ulaştığı an sırtındaki gömlek, tutkusunun esareti altında şuurunu kaybeden bir kadının arkadan çekmesiyle yırtılmıştı.

Tam o esnada yıllardır Züleyha’yı gönül köşkünde taşıyan Aziz, kapının önünde denk gelmişti. Böylesine istemediği bir durumun içinde kalan Yusuf, hem hüzünlenmiş hem suskunlaşmıştı efendisinin karşısında... Lakin içinde köpüren duygunun esiri olan Züleyha, kendini temize çıkarabilmek için Ken’anlı köleyi bir iftira kuyusuna atma arzusuna meyil etmekten de geri durmamıştı: “Ey yüreğimin tek sahibi Aziz, efendisine ihanet edip onun ailesine kötülük yapmak isteyen birine hapisten veya ağır bir cezadan başka kurtuluş var mıdır?“ Yusuf... Âh etmeksizin adaletinden şüphe etmediği mülk sahibine dua dua inleyen iffet efendisi... Kendini savundu, olaya denk gelen bir şahit tahmini yorumuyla Ken’anlı köleyi doğruladı ve sevdasına yenik bir kölenin tuzağı ortaya çıkarıldı. “Günahın için af dile ey kadın!“ tavsiyesinde bulunan Aziz, olayın üstünü kapatmak istemişti.

Fakat saray ortamındaki kadınlar arasında dedikodu furyası o kadar hızlı yayılmış ve önlenemez bir hal almıştı ki Aziz’in hanımı aşkında ne kadar haklı olduğunu ispatlamak için bir grup kadını yemeğe davet etmek zorunda kalmıştı. Yemekten sonra meyve ikramı faslında kadınların elinde bıçaklar varken Züleyha, bir bahaneyle Yusuf’u odaya çağırttı. Ken’anlı kölenin yakışıklılığı karşısında hem zihni hem duygusal tutulmalar yaşayan bütün kadınlar, meyveyi soymak yerine parmaklarını kestiklerini ancak Yusuf’un odayı terk etmesinden sonra anlayabilmişlerdi. Bıçaklar şahit, meyveler kanlı, kadınlar asırlarca konuşulacak bir vurgunun kurbanı ve yüreğinde kor bir yangın taşıyan ev sahibi haklıydı.

Gönlüne mahkûm olan Züleyha’nın diretmeleri sonucu Aziz, hapishaneden daha iyi bir çözüm bulamamıştı iffetine sultan, kendisine köle olan Yusuf için. Kaderin kendine verdiği rolü köle pazarındaki karşılaşmadan beri oynamak zorunda kalan efendi, Yakup’un emanetine bir dost gibi seslenmişti: “Olanları unut ey Yusuf, senin haklı olduğunu biliyorum!” Efendisinin bu sözleri, Ken’anlı köleyi öylesine mutlu etmişti ki atılacağı dört duvar arası zamanla medrese hüviyetine bürünecekti onun için.

Hapishane; kader yolculuğuna kutsal bir kadının rahmine düşerek başlayan Yusuf için ilk düşüş değildi. Çocukken gördüğü rüyanın peşine, kardeşlerinin kıskançlığı sonucu kuyuya ve bir insan satıcısının para hayalinden dolayı köle pazarına düşen bir bedenin sahibi olan iffet sultanı, geçen yıllara aldırmadı. Nihayetinde kendisine hediye edilmiş olan rüya yorumlama ilmiyle medresesine veda etti Ken’anlı köle... Mısır’ın düşeceği kıtlığı önceden haber veren Yusuf’u hükümdar maliyeden sorumlu yapmıştı. Sonrasında hükümdar halkın kıtlık yıllarında yoksul düşmemesini sağlayan Yusuf’u Mısır’a sultan eylemişti.

Düştüğü kuyu ile sarayda çıktığı inci yakut işlemeli bir taht arasında örülmüş kaderin şahidi Yusuf’un karşısına Züleyha yeniden çıkarılmıştı. Aziz’in ölümünden sonra Mısır melikinin isteği sonucunda Yusuf ile Züleyha evlenip bir çift olmuşlardı. Ve günlerden bir gün Yusuf Züleyha’ya sormuştu: “Muradını gidermek için benden istemiş olduğun haramdan Rabb’imin müsaade ettiği daha hayırlı değil mi?” Yıllardır bir sevdanın kor yangınını içinde taşımış olan Züleyha bu soruyu şöyle cevaplamıştı: “Ey dost! Geçmişimden dolayı beni hor görme ve kınama! Gördüğün gibi dünya nimetlerinin içinde yüzdüğüm bir kaderin ortasındayım. Lakin geçmişte içimdeki mutluluk, hep kanadı kırık bir kuş gibiydi. Ta ki Yaradan’ın sana vermiş olduğu güzelliği fark edene kadar... Ve bildiğin gibi onda da nefsime yenik düştüm, sana eziyet eden oldum! Daima Rabb’in affına sığınır, O’ndan merhamet ümit eder, senden de helallik dilerim.“

Yusuf ve Züleyha... Ken’an ilinde doğan köleyle Mısır saraylarında yüreğine köle olanın karşılaşması... Kalpleri eviren çeviren muhakkak ki geceyi gündüze, gündüzü geceye teslim edendir. Dilden dile dolaşan bir sevdanın destanlaşmasıdır her şey, kimin kaderine kimin yazıldığı sorgulanmaksızın... Kuyuya düşeni Mısır’a sultan, yüreğine yenik düşeni o sultana refikâ yapacak kadar. Yeter ki insan esen fırtınanın, gelen belanın şiddetine aldırmaksızın şükür kapısından geçerek üstüne düşen rolün hakkını vermeye çalışsın. Kapılar açılır, köprüler kurulur yürüyene...

Enis Buğra Can - 11.02.2012

9 Şubat 2012 Perşembe

MELEĞİM, SEN MİYDİN?

Nereye gidiyoruz anne?
Dağların arasında uzanan, çakıllarla döşenmiş bu sarp yolda nereye gidiyoruz? Acayip bir duygu tufanındayım. Korkular kaplıyor minik yüreğimi! Kasvetli hava sıkıyor ruhumu! Adımlarımı bir boşluğa atar gibiyim. Ansızın düşmekten korkuyorum. Bir arınmışlıktın sen, ben seni arıyorum bütün haykırışlarım ve masumluğumla.

Anne, tutsana elimi!
Düşlerimi unuttum, yüreğimi bıraktım anne, adımladığımız yolun başında. Hayallerim yok heybemde. Birer birer kayıp gittiler gökyüzümden. Aydınlık, haram olmuş gökyüzüme. Karanlık üzerime örtülmüş. Sonu görünmeyen bir tüneldeyim. Adımlamaktan yorgun düşmüşüm, yerlerde uzanmaktayım. Biliyor musun, ne haldeyim, anne?

Anne, tutsana elimi!
Göğsümdeki sırlara köle olmuşum, yıllardan beri. Bir derbeder oluş, bir kendinden geçiş sinmişken üzerime. Sen, gözlerimin içine bak anne. Sonsuza akıtılan her gözyaşının kaynağına bak! Bir melek gibi vurarak kanatlarını süzül içimin derinliklerine doğru. Ellerinle okşa gözlerimi. Ellerinle okşa göğsümü. Bana bir ferahlık verirken, gözyaşlarımı ve sırlarımı ödünç alır mısın anne?

Anne, tutsana elimi!
Usandım, bu çakıllı ve sarp yolda yürümekten. Kaygılar sarıyor ruhumu. Bir his yiyip bitiriyor beni. Bu yolun sonuna ulaşamadan kırılacak mı yoksa kanatlarım? Çakılların üzerine serilecek gibiyim, ölümün hayata çelme takmasıyla. Ruhun, ruhumun dilinden anlarken… Yürüdükçe aşınıyor ayaklarım, geride bıraktığım kandamlacıklarından uzakta. İçim içime sığmıyor. Ne garip bir haldir bu böyle! Kaygılarla kuşatılan şu ruhumun, kaygı kıymıklarını çekip çıkarabilir misin anne?

Anne, tutsana elimi!
Gövdeden ayrılan bir dal gibiyim. Tutunmam için hayata, beni toprakla buluştur. Toprağın koynuna bırak beni. Soldurmadan yapraklarımı, düşür beni toprak ülkesine. Avuçlarınla taşıyarak birazcık da su verirsen, belki bulurum yaşamı, kaybetmeden. Yine de ne olur, ne olmaz! Kestiremiyorum dönüşünü şu dünyanın! Sen, yanından ayırma beni, himayenden uzaklaştırma! Zamansız esen şiddetli rüzgârların önünde yem olmaktan korkuyorum. Ne olursun, yıkılmaktan ve kırılmaktan korkan ruhumun fırtınalar önünde titremesine bile müsaade etme! Gövdenden düşen şu dalı yaşatmak, yapraklarını soldurmamak ve deli delişmen rüzgârlarda titrettirmemek için ona sahip çıkar mısın anne?

Anne, tutsana elimi!
Gökyüzümde güneş batmıyor ki doğsun. Karanlıkta yol alıyorum, kaybolmak ve yalnız kalmak korkusuyla. Korkular kemiriyor içimi, bir ağaç gövdesini boşaltan böcek sürüsü gibi. Korkular kemire dursun içimi, suların üzerinden bile karanlık yansıyor benliğime. Bir gerçekten ötekine, dağların arasında uzanan çakıllı ve sarp yolda yürürken, ağa düşmüş bir balık gibi çırpınıyorum kendi viranemde. Anne, içime çekidüzen verir misin yeniden? Korku bataklığından çekip çıkarabilir misin beni? Kaybolmaktan korkarken, karanlığımı ve yalnızlığımı gidermek için gökyüzündeki güneşini de alıp ülkeme gelir misin anne?

Anne, tutsana elimi!
Gökyüzüm ağlıyor, halime kulak kesilerek. Yağmur taneleri bile içimi ısıtıyor. Yollara döşenmiş çakılların soğukluğunda, gökyüzümün ağlayışına sığınıyorum, bir çocuk saflığında. Büyük mutluluklardan kaçarken, küçük mutluluklarda avutuyorum kendimi bulabildiğim kadar. Sen de bana yağmur tanelerinin sıcaklığı gibi küçük bir mutluluk verebilir misin anne?

Anne, tutsana elimi!
Yeniden düşlerime ve hayallerime kavuştursana beni! Gökyüzümden bir örtüyü çekip alır gibi karanlığı alsana üstümden. Sonsuza varmadan şu tünelde, bir “son” bulsana bana. Göğsümdeki sırlarla, kaynağından ayrılan gözyaşlarımı avuçlarında toplasana. Kaygılarımın kıymıklarını, birer birer ayıklayarak denizin derinliklerine gömsene anne! Beni seven ruhunla, şu cılız dala sahip çıksana anne! Korkularımı eritmek, yalnızlığımı gidermek için virane ülkeme ne zaman geleceksin anne?

Anne, tutsana elimi!
Anne, tutsana elimi!
Sen ağlıyor musun yoksa anne? Melekleri kıskandıran yüzünü bana yaklaştırır mısın? Derinlemesine gözlerinin içine bakabilir miyim?

Anne sen ağlıyorsun! Yoksa… Bana kulak kesilen, gökyüzümü kuşatan, içimi ısıtan, bir çocuk saflığında sığındığım, beni küçük mutluluklarla sürekli avutan meleğim, sen miydin anne?

Enis Buğra CAN - 09.05.2009

24 Şubat 2009 Salı

KAR ALTINDA YEŞEREN DÜŞ

Güneş özlemiyle tutuşan bedenimin çilehanesinde bir sabah erkenden uyanıveriyorum. Daha yataktan kalkmaksızın uzaktan uzağa pencereye doğruya bakınıyorum. Güneşin içeriye süzülen huzmelerini ararken, bir rüyaya savrulmak, lapa lapa yağan kar tanecikleri arasında.

Üşümüşlük mü ruhumu okşayan yoksa üşengeçliğim mi bilemiyorum. Yeniden üzerime çekme arzusundayım, koyunyününden yorganların pabucunu dama atan elyaf bir yorganı... “Kalk!” diyor içimdeki aykırı ses ve ekliyor: “Kalk ve kendine gel, Oblomov ruhlu asalak!”

Seni neden okudum ey Oblomov! Beyin kütüphanemi işgal ettiğin günden beri; sürekli benimle didişen içimdeki aykırı sese, bulunmadık bir maden teslim ettiğimin farkına varıyorum. Ey Oblomov, seninle aynı kefede anılmak geriye kalan ömrü bahirime yazgılı gibi.

Seni neden okudum ey Oblomov? On beş dakika daha uyumak için diyor, içimdeki Oblomovcuk! On beş dakikalığına uzanıyorum yeniden… Sadece on beş dakika… Kısa bir rüya tufanına savruluyorum. Annem var telefonun karşı ucunda… Hoş beşten sonra “Havalar nasıl?” diye soruyor bana. “Lapa lapa kar yağıyor, her taraf beyaza kesti.” diye cevaplıyorum. “Sıkı giyin, aman ha üşütüp de hasta olayım, deme!” diye ekliyor. Bu sözün bitimiyle uyanıyorum, yeniden… Bari rüyada tembihleme diyesim geliyor anneme, anne yüreği işte deyip geçiştiriyorum kendimce…

“Senin ağırlığın ne ola ki be evladım, elyaf yorgan!” deyip bir çırpıda yataktan doğruluyorum. Kendimi, Oblomovun kaderinin ortasından çekip almak için alelacele yorganı katlıyorum, üstüne de yastığı koyuyorum ve bir karate filmindeki ustalık kokan bir harekete nazire yaparcasına dolaba fırlatıyorum. “Gözünün çapağını yiyeyim, sen neymişsin be abi!” diyerek içimdeki fırlamanın egosunu okşuyorum.

Çapak kelimesinin çağrıştırdığı ruh haliyle soluğu lavaboda alıyorum, elimi yüzümü yıkamak için. Musluğu çevirirken gözüm lavabonun üzerine kayıyor… Beş altı tane uzun kıl… “Madem saçını tarıyorsun, pisliğini de topla git be güzelim!” diyor içimdeki egosu yüksek fırlama. Şahsen bu sözüne ben de Avrupa görmüş bir edayla şapka çıkarıyorum. Arka arkaya üç dört avuç soğuk suyu yüzüme çarpıyorum, ama “bana mısın?” demiyor. Uykulu halimin hala devam ettiğini hissediyorum. Yüzüme bir iki hareket daha çektikten sonra kendime geliyorum. Doğrucu Davut’a ifade vermek için doğrulduğumda, pis pis sırıtıyor: “Abi yine bunalımdasın! Dikkat et, saçlarındaki beyaz tabura iki asker daha katılmış.” deyiveriyor. “Söylemesen olmazdı!” homurdanmasıyla banyoyu terk ediyorum, kırıyorum içimin asaletten ödün vermeyen fildişi kulelerini.

Bir koşu mutfağa geçiyorum ve ocağa bir çay suyu koyuyorum. Su kaynayana kadar mutfak penceresini açarak dışarıya bakıyorum. Yerleri bembeyaz eden kar, yağmaya devam ediyor. Pencerenin karşısında duran ağacın üzerindeki bir sincap dikkatimi çekiyor. “N’aber oğlum, akrobatik hareketlere son vermişsin!” diye sesleniyorum. “Tutmaz abi bu kar tutmaz! Sen daha yenisin buralarda anlamazsın! Bak, yarın sabah gel, en kral hareketlerimi çizeyim sana!” diye serzenişte bulunuyor. “Yeme koçum, bu kar tutar! Rüyamda gördüm, her yer bembeyazdı!” diye garibim sincabın sinir uçlarına dokunuyorum. “Yarın sabah hesaplaşırız, okumuş cahil!” hayıflanmasıyla ağaçtaki bir kovuğa kaçıyor, zavallı sincap!

Üşüdüğümü fark eder etmez, pencereyi kapatıyorum. Çaydanlıktaki su çoktan fokurdamaya başlamış bile. Demliğin içindeki eski çayı döküyor ve demliği tertemiz yıkıyorum. Kaynamış sudan bir parçasını demliğe aktarıyorum ve onun üzerine iki kaşık hakiki Rize çayı atıyorum. Çaydanlığa tekrar su ekledikten sonra kahvaltı için buzdolabından bir şeyler çıkarıyorum. Domates ve havuç dilimliyorum. Üzerlerine önce zeytinyağı, sonra da mısır ekliyorum. Taze ekmek hayaliyle içimdeki fırlamayı avuturken, fırına bayat ekmekleri sürüyorum. On dakika içinde her şey masanın üzerinde yerini alıyor, şahsım da dâhil! Ve dışarıda kar yağıyor, lapa lapa.

İki gün boyunca hafiften yağmaya devam eden kar, rüyamdaki beyazlığına hiç kavuşamıyor. Üçüncü gün uyandığımda odama güneş vuruyor ve “Eyvah kar eriyecek!” diye bir endişeye kapılıyorum. Bir kartopu bile oynamadan, yoksa kar vedaya mı hazırlanmıştı? Yoksa akrobasi tutkunu komşum sincap haklı mıydı? İçimdeki egosu yüksek fırlama beni teselli etmeye yelteniyor: “Sen rüyanda gördüysen, her yer bembeyaz olacak! İnan kendine be abi! Salıverme kendini, aşk yolunda yürürken yüzüstü bırakılıp giden kızlar gibi! Mert ol, erkek ol! Lamı cimi yok, insan ol!” Sağıma soluma bakıyorum ve “Sus oğlum sus! Hiç kimse yok ama yerin kulağı var. Hem sen nerden öğrendin, bu edebi takılmayı?” diyorum. “Şahsınızın benlik çöplüğündeki rahleyi tedristen geçtim!” edasında sırıtıyor, içimdeki fırlama.

Öğlene doğru birçok yerdeki kar erimişti bile. Fakat akşamüstü yeniden bir kar yağmaya başladı ve sabaha kadar devam etti. Neredeyse yedi sekiz günlük bir kar yolculuğuna, aralıklı da olsa sokaklar şahit oldu. Bazen sokakta yürürken arkadaşlarıma kartopu fırlattım, bazen de avuçlarımda kartopunun erimesine şahit oldum. Kar, rüyamdaki beyazlığına ulaştığı gün memleketi aradım. Babamdan sonra, telefonun karşı ucunda annem vardı. Hoş beşten sonra “Havalar nasıl?” diye sordu bana. “Lapa lapa kar yağdı, her taraf beyaza kesti.” diye cevapladım. “Sıkı giyin, aman ha üşütüp de hasta olayım, deme!” diye ekledi annem, içindeki yüreğinin en duru çarpışlarıyla... Anne yüreği ile gökyüzünde uçuşan kar tanecikleri arasında sofistike bağlar kurdum, yüreğimde çözülen…

Yedi sekiz gün boyunca kar yağdı Hamburg sokaklarına ve bir akşam başlayan yağmur beyaz bir rüyaya son verdi. Ve ben uyandım, içimdeki Oblomov’a rest çekerken…

Enis Buğra CAN-24.02.2009

18 Ocak 2009 Pazar

SIRATTA YAŞAMAK

Her sabah uyanırdım, tatlı bir uykunun dünyasından… Evimizin karşısındaki yüce dağların üzerinden doğardı güneş. Her güne, yeniden başlamanın sevinci kuşatırdı içimi. Yüzüme vurduğum her su damlasının dostluğuna teşekkür ederdim. Varlığı ve yokluğu bilmezken yetinmenin zenginliğini tadardım, annemin hazırladığı kahvaltılarda... Masanın en ihtişamlı yerinde oturan babamın bana ekmek uzatışıyla mutlu olurdum. Bir fırında çalışan babam kahvaltıdan sonra işe giderdi, ben de okula. Okul dönüşü bir şeyler yedikten sonra sokağa çıkardım. Arkadaşlarla oynayışlarımız bazen erken biterdi, bazen günbatımına kadar sürerdi. Güneşin vedasına annelerin çağırışları eklenirdi. Sokaklardan çekilirdik, yeniden dört duvarla sarılı hayatlara teslim olmak üzere... Sabahların gecelere, gecelerin sabahlara kavuştuğu bir dünyada böyle yaşamaya devam edeceğime inanırdım.

Meğer her şey bir masalmış, koskoca yalanlarla örülü.

Yine bir sabah evden çıkmıştı babam, kaygı dolu yüzüyle bana bakarak. O sabah okula gitmeme de izin verilmedi, sokağa çıkmama da. Oturma odasının penceresinden sokağa bakakalmıştım, oyun hasretiyle. Öğleye doğru, bir türlü anlam veremediğim garip ve gürültülü sesler duymuştum. Anneme ne olduğunu sorduğumda ise, bir sarılıştan başka cevap alamamıştım. “Bir şeyler oluyor!” demiştim, kendi kendime. Ama dokuz yaşındaki bir çocuk olarak ne olduğunu anlamamıştım. Akşam yemeğinden sonra babama yaptığım muziplikler de işe yaramayınca, kesinlikle bir şeylerin ters gittiğine inanmaya başlamıştım.

Çok sürmedi, üç dört gün sonra şehirdeki gürültüler daha da artmaya başladı ve bir cuma akşamı kapımızın önüne eski bir minibüs geldi. Bir adam kapımızı çaldı üç kere. Her çalışta bir bıçak saplandı minik yüreğime. Annem kapıyı açarken, elinden tutuyordum sımsıkı. Gelen adamın yüzü hüzünle kaplıydı. Annemle konuşurken kelimeler dudaklarında büzülüyordu. Annem yavaşça minibüse doğru ilerledi ve kapısını açtı. Babam sere serpe uzanmış yatıyordu. Gömleğinin beyaz kareleri kırmızıya kesmişti. “Baba uyan… Baba uyan!” dedim, babam uyanmadı ve annem gözyaşları içinde ağıtlar yakmaya başladı. Babamın yüzünü bir daha görmedim ve kahvaltı masasından ilk o kalktı, bir daha gelmemek üzere…

Her geçen gün şehirdeki gürültüler artmaya başladı, insanların yakarış ve kaçışları arasında. Ölüsü olan her evden ağıtlar yükselirken, babamın ölümünden tam yedi gün sonra evimiz bombalandı. Vücudumdan kanlar akarken, sürünerek öteki odaya geçebilmiştim. Annem beton parçaları içinde kalmıştı. Tozlanan yüzünü sildim, öptüm ve avazım çıkana kadar bağırdım: “Anne uyan… Anne uyan!” Ama annem de uyanmadı ve masadan ikinci olarak o kalktı, bir daha dönmemek üzere…

Şimdi yıkık dökük bir hastanedeyim. Herkes iyi olacağımı söylüyor, ama ben endişeliyim. Ölümün kol gezdiği bir ortamda, yaşamanın zor olduğuna inanıyorum. Karanlığa kavuştuğum her gecede, gökyüzüne bakarak dua dillendiriyorum:

Ey Rabbim!
Küçük yüreğim acıyla kavrulurken, her gün biraz daha fakirleştiğimin... Her sabah biraz daha çaresizleştiğimin farkındayım. Yalnızlığımla durulurken, senin varlığınla çoğalıyorum. Vermek istemeseydin, istemeyi vermezdin bize. Sevmemizi istemeseydin, sevdirmezdin bize.

Ey Rabbim!
Sadece doğup büyüdüğüm Filistin’de değil. Yeryüzü üzerinde karanlığı kuşatan feryatların ve boğazları düğümleyen çığlıkların sahiplerini, sen sahipsiz bırakma! Bize bağışladığın dünyada zulüm görenlerin ve gözyaşında acıyla boğulanların kalplerini, sen ümitsiz bırakma!

Koy elini kalplerimize ya Rab, biz Âdemoğullarına birbirimizi sevdir! Zulme yemin eden kalplerin elinde, biz kalbi kırıklarını unutma! İnsanlığın kıyısından bizleri ayırma! Kalplerimize koyduğun merhametten bizleri yoksun bırakma! Âmin…

Enis Buğra CAN - 18.01.2009

16 Ocak 2009 Cuma

DERVİŞ

Yürüyeceksin, hayatın üzerine üzerine...
Ne ezilmeye tahammül edeceksin, ne de ezmeye yelteneceksin.
İçinin dergâhına şeyh olmak istersen, nefsin kapısından dervişane yol almalısın.
Nefsinden özgürlüğünü almadıkça, yüreğinin kılcallarında mürit arama!
Bedeninin dervişini, içinin şeyhi yaptıktan sonra en vefalı müride kavuşacaksın!
Ta ki seninle ölüme bile gözünü kapatıp gidecek!


Enis Buğra Can – 16.01.2009